13 Ağustos 2011 Cumartesi

ödev 1 yat-mat borusana da gidicem


Mor gökyüzünü görmüştüm, hem de ondan haberim olduktan sadece birkaç gün sonra. Bükülmüyordu eğilmiyordu çökmüyordu belki ama ordaydı işte bütün doğa dışılığıyla. Rüyalarımdaki gibi baktım ona kaçmıyordu ama gecenin o kadar güzel bir körüydü ve bana aitti, çok az açık mavilikleri ve gizli sesiyle hayatımda gördüğüm en güzel şeydi.
Mor gökyüzünün hükmettiği şehirse alabildiğine paspaldı. Eski, boyası dökülmüş her biri diğerinden farklı boyutlardaki evler, çirkin dişler gibi dizilmiştiler. Üzerinde oldukları tepe mor gökyüzünü ısırmak ister gibi duruyordu. Mor gökyüzüyse üzeri, bir sürü uydu ve pimapenle tartarlanmış şehre tenezzül edecek gibi görünmüyordu, sadece bana varlığını gösteriyordu, derdi buydu.
Ona katılmak, karışmak istedim, bir randevu talebiydi bu. Onda her şey vardı veya hiçbir şey dediğim şey oydu. Belki susabilirdim onda. Hani bu bütün gereksiz şeyler, bütün olmaması gereken şeyler, bütün yok yerelikler.. Bunların başlattığı o burukluk, bütün güzelliğiyle karşımda duruyor, bana “hadi gel” diyordu. Gözlerim kapandı –ben kapatmadım- çok yumuşak çok naif bir halde hissizleştim duyularım kör oldu, kanım akmıyordu, uçuyorum sanıyordum ya da denizin dibine sürükleniyor gibi. Sadece ölüm bu kadar güzel olabilirdi, ölüyorum sandım ama sonsuza kadar ölünecek kadar güzeldi.
Aniden bir şey beni sıkıca tuttu ve büyük bir hızla yukarıya doğru çekti, yaşadığım bütün hız limitlerini ölü bedenimle aşıyordum. Kasıklarımda karıncalanmalar ve yüz kaslarımda büyük bir tatminle beni almasına izin veriyordum. Boynum sanki pamuktan yapılmış gibi esnekti. Enseme, alnıma en taze en serin rüzgâr üfleniyordu, biliyordum ki ölüyordum ama ne ölüm.
Nefes aldım. Gözkapaklarımın ardında ışığı gördüm. Gözümü açtığımda turuncu, pas parlak bir ışığa döndü. Gözümü kaçırmak için refleks olarak hemen yattığım yerden doğruldum. Ellerimle gözlerimi ovuşturdum bir süre sonra temkinle, yavaş yavaş kısarak açtım gözlerimi. Doğru bilmişim cennetteyim.
Mavi bir matın üstünde oturuyorum, burası bir sahil, ufak bir koydayım. Önümde sonsuz bir deniz, nasıl da durgun, dünyanın en sevimli şıkırtısını bırakıyor kulağıma hemen önümdeki berrak dalgacıklar. Uzun süre ağzım kulaklarımda bakakalıyorum gözümü ayırmadan. Birden bir kükreyiş ardından da ürkek bir hayvan sesine benzeyen yankılar duyuyorum. Kafamı ardıma çeviriyorum.
Hayatımda görmeyi ummadığım yükseklikte falezler duruyor orda. O kadar dikler ki aşağıdan bakarken bile bir yükseklik korkusuna kapılıyorum. Ne kadar şahaneler, ne kadar kudretliler, heybetliler.. Komik belki ama yanlarına gidip “baba” diye sarılma isteği uyandırıyorlar bende. Etrafıma bakıp kimsenin olmadığını gördüğümde zaten de yaptım bunu. Çok güçlülerdi, milyonlarca yıldır hiçbir şey olmadan orda duruyorlarmış daha da milyon sene yerlerinden kıpırdamayacaklarmış gibi. “Beni hapsedecekse işte bu doğa hapsetsin zaten” dedim kendi kendime. Sonra aklıma duyduğum sesler geldi, etrafıma daha dikkatli bakmaya başladım.
Karşı falezin dibinde küçük, dikdörtgen bir saksı ilişti gözüme. Gözlerimle etrafı araştırmaya devam ederek yanına gittim. İçinde sarı oyun hamurlarına benzer bir madde vardı. Enteresan geldi ama bu kadar şaşılacak olayın varlığında pek de önemsenecek gibi durmuyordu. Falezlerden sarkan birkaç dal dışında etrafta başka canlı yoktu. Kuma dokundum, tane taneydi, iriydi taneler ayağıma elime yapışmıyorlardı. Dünyanın oluşumuna yakın bir çağda olduğumu hissettim, biraz korktum.
Sonra tekrar denize döndüm, güneş tepede iyice ısıtmıştı vücudumu. Yapılacak en iyi işin biraz yüzmek olduğunu düşündüm. O kadar rahattım ki, yaşadığım o yolculuk beni gençleştirmişti, vücudum yepyeniydi, saatlerce yüzebildim. Yüzdükçe de yeni evime daha da çok alıştım.
Akşamüstü olmuştu. Çıkıp da matıma yattığımda üstümde kocaman bir meşe yaprağı belirmişti, matım şezlong şeklini almıştı ve yanımda bir paket sigarayla güzel bir kokteyl yerden bitivermişti. Bu koy gerçekten de cömertti bense hiçbir şeye şaşırmadan güneşin batışını ciğerlerime çekiyordum.
Ufuk, turuncu turuncu yanıyordu. Bulutlar üflemek için gelmişler fakat onlar da turuncu yağmura dönüşüp güneşin yangınını azaltmaya mahkûm olmuşlardı. Güzel dostlarım giderlerken bile bana bu şöleni yaşatacak kadar arkadaş canlısıydılar. Denizse ruhumun aynası gibi hislerimi onlara temsil ediyordu.
Ayaklarıma kadar yanan, bronz, paslı, turuncuya dönüşmüştü rengi. Sağı solu eflatun, siyah, mor renkleri birbirine geçiriyor sanki önceden ne kadar umutsuz olduğumu resmedip, onlara ettiğim teşekkürlerin anlamını  kat kat daha artırıyordu. Dakikada bir nefes alıyordum sanki, her verdiğim nefes sırasında da gözlerimden birkaç damla süzülüyordu. Göğsüm orman kadar genişleyip acı  acı sertleşiyor  sonra masum bir yatak gibi yumuşuyordu. Sigaramdan kuru bir nefes çektikten sonra yine aynı yerde uyanmayı umarak uykuya daldım.
Hiç böyle uyanmamıştım. Tertemiz kahvaltı masası gibi açtım gözlerimi taptaze. Falezin diplerinde asılı ateşler sahili aydınlatıyordu. Sahilin bu hizmetini gündüz fark edememişim. Dahası muazzam bir yemek yapmış sahil anne bana. Aç değildim ama görünce kudurdum, hemen oturup yemeğe daldım, daha önceki dünyada duyabileceğim tatlar değil bunlar. Yedikçe sarhoş oluyor, şımardıkça şımarıyorum. Tam kendimi kaybetmiş, parmaklarımı yalıyorken şu saksıdan bir hışırtı geliyor. Merak ediyorum parmaklarımı sesli sesli emerek yanına gidiyorum.
Enteresan şey.. Yılan gibi bir şey.. Saksının başından çıkıp bir diğer başına o sarı hamurumsu şeye gire çıka ilerliyor, sonra bir daha aynı şey. Sinir bozucu bir şey.. girip çıktığı delikler kapanıyor hemen sanki hiç açılmamış gibi. Dokunmak istemiyorum iğrenç geliyor. Moralimi bozmak istemiyorum ama yine de iştahım kaçıyor. Masa kendi kendine toparlanıyor, buna gülüyorum ve bir sigara yakıyorum.
Denizin şırıltısı şu salak şeyin sesini bastırıyor iyi ki. Aya bakıyorum, hiç bu kadar net görünmemişti bütün gri kraterleri seçebiliyorum. O kadar çok yıldız var öyle takımlar var ki sarı, yeşil, kırmızı bulutları bile belli. Sigaramın dumanını onlara üflüyorum. Sonra yine güçlü bir şekilde daha net şu ilk duyduğum kükremeyle korkak sesi ardı ardına işitiyorum, irkilip etrafıma bakıyorum, bir şey yok.
Keyfimi bozmayacaktım ama bu fazla oldu işte çünkü tanıdık bir ses bu. Daha doğrusu tanıdık bir durumun sesi. Beni mutsuz eden, beni çok mutsuz eden bir durum. Yine aynı bok oldu, buraya gelmeden önceki durum, yine hep aynı salaklıklar. Yine aynı nefret kapladı içimi bir şeyleri fırlatmak, parçalamak, kırmak istiyorum, peşimi bırakmayan duygu, bu aptal duygu! Mor gökyüzünü gördüğüm gecenin başlangıcındaki şu olay geldi aklıma. Çöpleri karıştıran adamlardan biri geçiyordu sokaktan. Evin önündeki çatalda, yolun ayrıldığı noktadaki çöpleri karıştırmaya başladı adam. Birkaç pet şişe buldu, birkaç bira kutusu. Sonra onları tekerlekli arabasına atıyordu. Sonra diğer taraftan şu üstü açık iki koltuklu arabalardan biri geldi, onun hemen yanından geçip bir buçuk metre ilerisinde çatalın aşağı doğru giden tarafında park etti. Aynı karedeydiler ikisini de gözümü yer değiştirmeden görebiliyordum, ikisi de ordaydı gözümün önünde aynı karede, aynı dünyada, aynı salak sokak lambalarının bok bok aydınlattığı yolda. Sonra bizim çöpleri karıştıran adam çatalın yukarıya doğru giden tarafına yavaş yavaş süzüldü. Ardından çöp kamyonu geldi “Adam acaba kamyona göre mi geziniyor çöpleri” diye düşündüm. Onun karıştırdığı çöpleri bir bir fırlattılar kamyona. Sonra da bizim güzel arabalı genci biraz rahatsız ederek aşağı yola girdiler. Evet arabadaydı hala bizimki. Çıktı telefonla konuşuyordu. Duyamıyordum onu saygıdan falan onun ona(konuştuğu kişiye) hiç öyle davranmamış olduğunu söylüyordu. Sesi çok az geliyordu ama anladığım kadarıyla hödük biri değildi. Hiç sinirlenmedi kaldırımda gidip gidip geldi uzun süre. En sonunda kapattı telefonu bodrum kattakilerin camını tıklattı ışık açıldı ve apartmana girdi.
Bu kadar işte. Bu yani. Bu salak hikayeden o kadar çok düşünce çıkarmıştım ki. Kendi hakkımda o kadar salak boyutlarda tartışmıştım ki bu olayı. Hislerimi çözememiştim. Eskiden net bir şekilde “O orospu çocuğu nasıl bir hayat yaşıyor bir de bu garibin haline bak” diyebiliyorken şimdi sadece bakabiliyordum. Hiçbir şey hissetmedim, bu ne kadar acayip bir durumdu. Hiçbir şey. Hatta çöp toplayan adamın sokağın yukarısına, arabası olanınsa hem aşağıya hem de bodrum kata inmesi adama acımama bile neden oldu. Diğerinin kafası daha rahatmış gibi düşünebildim. Utanamıyorum bile böyle düşünmekten çünkü hiçbir şey hissedemedim diyorum. Bu dünya, bu dengesiz, pislik adaletsiz dünya, artık küfürü bırak bir ufak cız hissini bile hak etmiyordu. Ya da ben bu dünyada bir ufak cız hissini duyacak kadar bile yaşamıyordum. En kötüsü de buna artık üzülemiyordum. Ne bir aşk vardı artık benim için ne bir gaye ne bir umut. Bu güne kadar küfrettiğim her şey oluvermiştim hem de bir anda hem de hiç çaba sarfetmeden. Pet şişenin atom dizilişleri ya da arabanın motorundaki güç tamamiyle hissiz bir topluluktu. O iki insan sadece ciğerden ve burun kıllarından oluşmuş iki tane oksijen emiciydi. Öyleydi sadece hatta öyle değildi bile. Sadece öyle gibilerdi, öyle denecek sıfatlara uyacak şekilde öyle gibi adım atıyorlardı. Bir aşağıya bir yukarıya bir çataldan diğer çatala. Bense orada aynayı oynuyordum. Duvar değildim çünkü duvarın bir görünüşü vardır ama ayna sinsi bir şekilde daha renklidir. Yalandır ama doğru gibidir.
Az da olsa duyuluyor şu saksıdaki şeyin sesi. Lanet, işe yaradı yine de dönebildim buraya. Düşünmek istemiyorum, düşünecek bir şey yok. Niye burada olduğumu da bilmek istemiyorum bir şey fark etmez çünkü. Sadece burada olmamım doğru ve nispeten güzel olacağını düşünüyorum. Fazla hiçbir şeye gerek yok kimseye de. Ama laf bu ya şu karşıdan gelen muazzam güzel yattaki hatun gece olmasına rağmen taktığı güneş gözlüğüyle hiç de aptal gibi görünmüyor, sanıyorum hoş geldi.
İstifimi bozmuyorum. İndi güzel yatından –“tanrım” onlar ne kadar güzel bacaklar- nasıl güzel yürüyor. “Sahilde yer bol, evet tabi oraya geçebilirsiniz “ bunları içimden söylüyorum. Bir tane bir şey geldi “bu ne ya” diyorum. Yunus gibi bir şey ama yürüyebiliyor. Yunus gibi de ses çıkarıyor ah evet hatunun hizmetçisi? Bir tane normal olay denk gelmez ki! Ona güzel bir şarap açtı sanırım, o içerken onu büyük bir yaprakla serinletiyor. Beni ilgilendirmez canı isterse gelir konuşur, önce ben buradaydım, selam vermesi gereken o!
Bir şeyler yazıp çiziyorum, güzel bir müzik var yaptığı şey kuru bir heyecan vermek. İçkim var sigaram.. Yani hep istediğim durum. Arada bakıyorum bizim prensese, yunustan bozma hizmetçisinin maymunluklarına gülüyor serin serin. Dişleri, ağzı, dokuzuncu veya onuncu sanatın eserleri gibi çeşit çeşit hallere giriyor, birazcık nefesimi tutuyorum.
Gerçekten iyiyim. Kafam gerçekten iyi, oksijen çarpmış olmalı. Birkaç kere daha kükremevari sesi duydum ama ilgilenmiyorum onun da benim olduğunu biliyorum sadece benim ve sadece ben varım zaten. Bağıra çağıra şarkı söylüyorum. Burada hasta olacak değilim ya denize giriyorum. Güzel mezeler çıkıyor onları yiyorum, kafam gerçekten iyi.  Şu kadın bana nasıl gıcık oluyordur. Yarın erkenden kalkıp gider herhalde ama burasını önce ben buldum, burası benim.
Evet, baş ağrısı her yerde aynı dostum. Çok içmiş olmalıyım. Ah güzel, şu yeni çıkan baş ağrısı geçirme ilaçlarından koymuş sevgili sahil anne bir bardak da su. Güzel bir deniz keyfi yaptıktan sonra kahvaltıya oturuyorum. Ah evet bizim sultan tahmin ettiğim gibi gitmiş, iyi olmuş. Zaten burnu havada bir tipti hiç sevmem öyle insanları.
Yemeğin üstüne çay keyfimi yaparken dün karaladığım şeylere bakıyorum. Şu saksı olayı biraz canımı sıkmış evet ama ne yapalım hiç kimse mükemmel olmadığı gibi hiçbir yer de mükemmel değil. Mesela ben tanrı olsam kutsal kitaplara cennet mükemmeldir yazdırmazdım. Çünkü cennet mükemmel olursa bana ne gerek var veya ben bir mükemmellik içinde kendimi ne kadar mükemmel hissedebilirim ki? Bana daha iyisini düşünemeyeceğim bir yer, bir kişi ne kadar mükemmel hissettirebilir ki? Yine mi şu ses bırak artık ama peşimi! Ah hayır dünkü yat bu. Geri mi gelmiş? Ama nasıl olur.. O kadar rahatsızlık verdikten sonra hala ne diye gelir ki bir insan buraya?
“Selam” ne selamı ya?
“Merhaba” dedim şaşkın şaşkın.
“Gezintiye çıktık, açıklar çok güzel, sen de çıkmalısın”
“Öyledir mutlaka” dedim ne diyeyim? Yanıma geldi elimi sıktı sonra o manyak şey de geldi salak salak kikirdedi “ne yavşak bir şey” diye düşündüm.
“Kahvaltı yapıyordum, buyurmaz mısınız?”
“Yo sağolun biz yedik”
“İyi peki siz bilirsiniz” biraz duraksadım “Çay için?”
“Ah bak o olabilir” dedi oturdu. O salak şey yine kikirdeye kikirdeye yata doğru gitti.
“Tanrım” ne kadar güzel bir hatun bu. Anlatamıyorum ki anlayamıyorum çünkü. Ama heyecanlandırıyor beni sanırım ve gayet güzel bir durum bu.
“Ne zamandır buradasınız”
“Dün geldim, siz.. yani ne yap.. nasıl?”
“Vallahi ben bayağıdır geziniyorum koy koy sayamıyorum artık birkaç yüz yıl olmuş olsa gerek” “birkaç yüz yıl” ne diyor oğlum bu manyak?
“Ah evet.. evet..” dedim kendimden emin, “Enteresan tabi” bu arada o kikirdek bir şeyler yaptı, yat değişti başka bir araç oldu suyun üstünde durur oldu ben de tabi dumur oldum.
“İşiniz yoksa gezintiye çıkalım? Biz uyandığımızda horul horul uyuyordunuz –tabi o kadar içkinin üstüne- rahatsız etmek istemedik şöyle bir dolaştık geldik siz uyanana kadar”
“Ah evet biraz içtim dün” hep böyle yaparım. Çok iyi yaptığım bir şey varsa o da içmektir ama “evet, biraz” diyerek işi mütevaziliğe vururum, iki kere kar ederim böylece.”Ama gezme fikri güzel, olur yani işim yok.”
Çok parlaktı ortalık. Kumu eşeleyip güzel bir güneş gözlüğü buldum. Atladık o şeytan yapması şeye, bizim kikirdek kullanıyordu, iyi de kullanıyordu sanırım. Başlarda denizin üstünde gitmeye başladık sonra havalandık, bulutların üstüne çıktık, hızlandık. Bu görüntüyü görebildiğim için kendimi şanslı hissetmeye başladım ve sanki mutlu. Aralarında kilometreler bulunan adalar, şelaleler, ormanlar, kocaman anıt heykeller, koyu yeşil ormanlar, ters piramitleri gördük, sonra satürnü çevreleyen toz bulutu üstünde çay içtik, jubiterin şu ünlü uydusunda buz pateni yaptık. Tam sistemin dışına çıkacakken yakıtın yetmeyeceğini düşündü bizim kikirdek ve geri döndük, su alması gerekiyormuş. Aracın suyla çalışması da ilgimi çekti.
Sahile geri döndük. Onlara gerçekten çok teşekkür etmek istediğimi, çok güzel bir gezinti olduğunu söyledim. “Önemli değil” dediler. Manyaklar!
Geldiğimiz gibi birkaç kez üst üste şu benim güzel kükreme ardı ürkek yankım nüfuz etti sahile. Ben önüme bakıyor biramı yudumluyorken:
“O neydi”
“Bilmiyorum” dedim. “Geldiğimden bu yana arada sırada duyuyorum”
“Bu seninle alakalı bir şey”
“Sanmıyorum, benimle alakalı bir şey yoktur burada”
“Ah salak seni, beni kandırabileceğini sanıyorsun”
Gerçekten de kanmamıştı, hatta bir gram bile kanmamıştı. “Birkaç yüzyıl” lafı geldi aklıma. “Bilmiyorum.. Çözebildiğim bir şey değil”
“Her şeyin çözülmesi gerekmiyor, anlatmak ister misin”
“Sanmıyorum” dedim yorgundum ayrıca bununla yüzleşmek istemiyordum. Her şey çok güzeldi işte ne gerek vardı ki. O da bunu anladı ya da erteledi belki çünkü o birkaç yüzyıllıktı, bense iki gündür buradayım.
Akşam oldu kikirdek yemekler yaptı, biz yerken çeşitli maymunluklarda bulundu, gülüyordum ama hakikaten sevememiştim bu icadı. Ama yemekler iyiydi ayrıca güzel müzikler çaldı kulağımıza.
Biraz içtik. Hanımım güzel de içiyordu. Onun yanımda olmasını sevmiştim. Biraz kendinden bahsetti. Bu yatı, gözlüklerini, kıyafetlerini hep kendisi tasarlamış. Çizermiş o. O çizermiş kikirdek yaparmış. Ama ne yetenek! Benim hatunlarda aradığım yegane özellik yaratıcılıktır ve onda bunun alası vardı. Çok güzel bir ses tonu vardı. Bilgili olduğunu iki cümlesinde anlayıveriyordunuz. Siz konuşurken dinliyordu, o konuşurken azıcık dikkatinizin dağıldığını hissederse bozuk atıyordu. Çok hoşuma gidiyordu onla konuşmak. Espriliydi sıkmıyordu sizi. Her şeyden konuştuk gerçekten de birkaç yüzyılın hakkını verecek kadar biliyordu her şeyi. Sinemayı, tiyatroyu, edebiyatı, siyaseti hatta ekonomiyi. Bana heykellerden resimlerden bahsetti. Bir çırpıda beynimi dolduruverdi. Ama neden böyle yapıyordu, ne işi vardı benim yanımda. Bu aklımı karıştırıyor ama büyüyü bozmak istemiyordum. Sadece beraber şarkı söylemek, sohbet etmek, espriler yapıp gülmek istiyordum. Güzel bir film çekmiş onu izletti bana. Kikirdek oynuyor. Lanet olasıca şey oyunculuğu bile iyi beceriyor.
Yine de ben daha iyi içerim tabi ki de. Prenses güzellik uykusuna yattı artık. Sevgili kikirdeği onu güzel güzel yatağına götürdü, iyi geceler dedi ve gitti.
Bugün ilk defa yalnız kaldım neredeyse. Saksıya gittim, bazen iki yılan olmaya başlamışlar girip çıkıp. Giriyorlar hiçbir iz yok, çıkıyorlar hiçbir iz yok. Nedense -aslında neden olduğunu biliyorum, sesin de neden olduğunu biliyorum-anlıyorum ki bunlar evet benim. Ben bunlarım. Artık korktuğum haller bunlar. Üstüne gidemem artık çünkü gardım düştü. Çünkü ağzımda tat yok artık, kollarım güçsüz, ayakta dururken bile sağa sola eğiliyorum. Dünya o kadar kötü bir yerdi ki. Bu “hastalık” ları bana kaptırdı ve ilacın olduğu kasanın anahtarını okyanuslarının dibine attı. Yer kabuğunun en derin, en sıcak yerlerinde bir panzehir yapabilirim kendime ancak. Doğum lekesi gibi beynime kazınmış bu ses ve bu saksı, paylaşamamayı ve yalnızlığı getirdi bana. Bütün insaniyetimi aldı, bütün ruhumu yok etti. Bu da işime geldi aslında böylece kaçtım, böylece ağaç olamadım. Halbuki o ne yüce varlık. Bense her şeyi hiç ettim.
Sızmışım. Rüya görüyorum ama farkındayım bu da sahilin nimeti diye salak salak dolanıyorum. Yatıyorum matımda kola sigara yapıyorum. Kikirdek geliyor, görüyorum. Limon ve buz getirmiş kola için. “Teşekkür ederim kikirikçiğim” diyorum kikirdeyerek gidiyor. Arkama yaslanıyorum. Birden boğazımda soğuk, ince keskin bir his hissediyorum. Dönüp arkama bakacağım, saçımı tutup önüme döndürüyor bir el. Hissizim bir şey yapmıyorum.”Ona kikirdek demeyeceksin” diyor bir ses. Bu ses duyduğum kükürdemenin tonunda. İşte bu beni irkiltiyor. “Peki” diyorum, bıçağı biraz batırıp gidiyor. Hemen boğazıma götürüyorum elimi, biraz kanıyor. Arkama bakıyorum kimse yok. Sonra ciyaklayan sesler duyuyorum hemen kalkıp bakıyorum. Saksıdan geliyor bu ses. Yanına gidiyorum girip çıkan yılanlar, kikirdek –hayır ona öyle demeyeceğim- şeklini almış. O kadar çoklar ki, gülüyorlar saçma bir neşe içindeler. Uzun süre bakınca ağırlaşıyor sesleri kükreme sesine dönüşüyor sonra kafamı sallıyorum. Yeniden çirkin sevimliliklerine dönüyorlar. Biraz daha bakınca o korkunç ses. Elimi götürüyorum, elimde bıçak var, batıracağım oraya, deşeceğim hepsini. Omzumun üstünde bir el beni çekiyor, yapamıyorum, kıpırdayamıyorum, ağzımı açıyorum bağırmak istiyorum. Oraya batırmak istiyorum bıçağı deliler gibi istiyorum bunu ama kaskatıyım, omzumu sıkıyor el sarsıyor beni.
Birden uyanıyorum bağırarak, sağa sola yumruklar sallıyorum bir şeye denk geliyor. Ne olduğunu anlamıyorum. Yerde bizim prenses yatıyor “Ah!” diye inliyor. “Haassiktir” diyorum. “Ne oldu çok özür dilerim kabus görüyormuşum”
“Ah! çok kötü vurdun bana”
“Gerçekten, gerçekten, gerçekten çok özür dilerim, iğrenç bir kabustu”
“Tamam, tamam, tamam”
Hayatımda bu kadar utanmamıştım. Böyle bir hayvanlık yapmamıştım, düşünemezdim bile. Prenses, kolu morarmış karşımda oturuyor, kahvaltı yapıyoruz ama hiçbir şey konuşamıyoruz benim ağzım zaten açılamıyor, pek bir şey yiyemiyorum. “Kikirdek” bana “Ne kadar ayıp, utanmaz herif” der gibi bakıyor.
Aramızdaki güzel saygı duvarı yıkıldı ama hala beraberiz gitmedi buradan. Çok aptal bir duygu ama artık onunla sevişmek istememin doğru olacağını düşünüyorum. Buna hakkım olduğundan mı yoksa kendimi affettirmek için mi yoksa onu “dövdüğüm” için mi bunun olması gerektiğini bilemiyorum. Ne kadar da hayvanım. Bu kadar güzel bir şeye.. Ama o da çok fazla güzel! Bu kadar güzel olması haksızlık! Bütün bu olmuş bitmiş her şeye! Buna hakkı yok! Neden kendimi haklı çıkarmak istediğimi anlayamıyorum. Yaptığım hatayı örtbas etmek değil bu his. Bu his sanki onun bunu hak ettiği gibi bir his. O kükreyen ses işte bu his. O çöp toplayan herifin arabası olan herife hissetmesi gereken his işte bu aslında! Bu eşitsizlikten, adaletsizlikten kadın olduğu için “vurulamaz” olduğu için kurtulamaz, kurtulamamalı! Ben yapmadım bunu. Bu yapılmıştı zaten hayalimde, ben tekerrürün aleti oldum ve olabilecek en iyi alet bendim. Çünkü bendim anladınız mı, benim dünyamı gören, benim bu prenses gibi yapılmış “prensesliğe denk gelmiş” kadın değil o güzel çocukların ağlaması, açlığı, ümitsizliği! Bunlar onun ne kadar umurunda veya o bunları fark etmek için ne yapmış! Birkaç yüzyıl ha-ha evet ne büyük onur bu kadar erken gelmek buraya!
Ondan nefret ediyordum ama o ne kadar mükemmeldi! Bütün hissettiklerimle elimi sahile daldırdım. Bir şey çıktı işte yazmayacağım ama onu gerçekten sevindirdi, barıştık gibi oldu. Benden korkuyordu artık. Şu ses çıktığında gözlerini yere yığıyor bir şeyler düşünüyordu eminim ki benimle ilgili benim kükrememle ilgili. Hoşuna mı gidiyordu anlamıyordum ki. Saksıya gidip bakıyordu benim bir şeylerle uğraştığımı fark ettiğinde gizli gizli. Yanıma geldi yazdığım şeyleri okudu. Susamadı, anlatmaya başladı:
“Çok iyi birisin. Çok tatlısın, zekisin. Ama kafan allak bullak ve bunun hiç gereği yok” aman tanrım ne mükemmel bir tavsiye! “Bak, bir şey olamayız, olmayı istememeliyiz, hem ne olabiliriz ki? Ne olunabilir ki? Neyi değiştirebilirsin? Mutluluk varken ama sandığın gibi bir mutluluk değil bu, düşün ki saçıyorsun bir ağaç gibi” evet bir ağaç dedi. Zaten öyle değil mi, kadınlar pozitif erkekler negatif. Biz yok ederken onlar yaratıyorlar, onların doğası bu.
“Hiç mi üzülmüyorsun, hiç mi üzülmedin, hiç mi vicdanının üzüntü seline kapılmadın”
“Yapabileceğim şeyleri yapıyorum, sense yapamayacağını düşünerek hiçbir şey yapmıyorsun”
“Yaptığın şeylerin doğru olduğuna hangi hakla karar verebiliyorsun?”
“Doğru olup olmadığını ben de tabi ki bilmiyorum, ben de yaptıklarımın mükemmel olmadığını, insanın mükemmel olmadığını bildiğim kadar biliyorum ama kendin ama sen! “ ah ben canım ben! “Ne umuyorsun ki gelip geçen şeyler var işte. Biz burada bitiz, senin anlayacağın şekilde konuşuyorum ama şunu bil; yapılacak bir şey yok gerçekten yok, üstüne gittiğin anda kendinle bozuşuyorsun işte. Anlamıyorsun. Seninle bunları konuştuğum için birazdan gerçekten hayıflanacağımı, boşunalığı hissedince üzüleceğimi ve bu zamanı kurtarmak için bir süre uğraşmam gerekeceğini anlamıyorsun. Sen üzülmekten zevk alıyorsun ama böyle bir zevk yok, olmamalı!” küstah kadın! “Bak sana boşver demiyorum; yaptığın şey yanlış, anlamsız diyorum, gereksiz diyorum. Böyle olmandaki diğer nedenleri düşün. Böyle biri değilsin sen, kimse değil. Kendini böyle yapmışsın ve bu seni yoruyor.”
Beni yoruyor. Uzun uzun beni yoruyor, sıkıyor. Ama bitsin istemiyorum. Öyle kadınsı bir kubbe içine alıyor beni. Yakalanamaz, anlanamaz, boğucu ama yoğun, kusturucu ama gerçek. Yokmuşum, hiç olmamışım gibi hissettiriyor her lafı fakat bana konuşuyor neden bana konuşuyor peki? Çünkü biliyorum ki beni ancak o şekilde görebiliyor, bana olmadığım varlığımı kanıtlamak isterken sadece beni görebiliyor. Ve biliyor musunuz o kadar uzun konuştu, ne o ses duyuldu ne de saksıda bir hareket oldu.
“Böyle olunca elim ayağım kesiliyor. Böyle olmasını sevmiyorum, böylesi bana yavan geliyor, başka türlüsünü bilmediğimden belki ama şu an hissettiğim şey doğrunun dışında bir şey. Bunu anlatamam, bunu anlayamazsın”
Susuyoruz çünkü yorulduk ya da bana öyle geldi. Sabah kalktığımda yoktu. Ondan sonraki sabahlar veya geceler de.. Yalnızdım yine çünkü çok çok öncelerde özgürlüğü seçmiştim. Onun da öyle olduğunu, benim gibi olduğunu düşündüm. Varolmaktan aldığı tadın paylaşılamayacak kadar güzel olduğunu düşünüyordu o da. Yalnız olmanın gerekliliğinin farkındaydı. Ve ben sıfırda karşılaştığım iki canlıyla bütün mevcudiyetler mükemmelken de yine barışamamıştım. Sıfırın altında yalnızdım. Bu laf denizi kabarttı. Hiç dalga olmazdı burada. Deniz yükseldi, o güzel naif deniz.. Zamanın geldiğini anladım. Koskocaman bir dalga vurdu kalbime bütün sahil 2,3 dakikada sular altında kaldı. Yüzmeye çalışıyordum ama nafile. Falezlerin kesiştiği noktaya yapıştırdı beni güzel deniz. Kafama kafama sert dalgalarıyla vurdu boğazımı sıktı, yukarıya çıkamadım. Yükseldi, yükseldi beni kendi içimde boğdu.
Ağzımdaki suyu böğürerek çıkardım. Dakikalarca öksürdüm, kustum. Çok soğuk bir yerdeyim, sıcağa alışmıştım. Bütün kemiklerim ağrıyor. Yerde yatıyorum kafamı kaldıracak gücüm yok, orda saatlerce inim inim inliyor, soğuktan titriyorum, kulaklarım ağrıyor çok büyük basınca uğramışlar. Acıdan ağlamaktan yorulduğumda uykuya dalıyorum.
Uyanıyorum, daha iyiyim ama hiç de öyle bildiğiniz iyilerden değil. Matım altımda ama bildiğimiz çadır matı artık. Elime alıp sallıyorum bir şeye dönüşür belki diye ama gördüğüm en cansız şey, atıyorum yorgun bir sinirle. Etrafa bakınıyorum. Silindirden kocaman bir direk var uzun. Nereye kadar gittiğini görmek isteyince afallıyorum çünkü kara bulutları yarıp sonsuza kadar gidiyor. Yanına gidiyorum dokunuyorum, demirden. Bildiğim en ağır en sağlam demir. Etrafını geziniyorum, askı şeklinde şekillenmiş ve koca bir baltayı taşıyor. Çok korkunç kocaman bir balta, ağırlığını gördüğümde kollarımda hissedebiliyorum. Dolanıyorum, sanki terk edilmiş bir havaalanı görüntüsü var. Upuzun asfalt bir yol, çok uzaklarda duvarları camdan bir bina. Hava bok gibi soğuk, gökyüzündeki en canlı renk gri. Soluma bakıyorum bizim o yat ama eskimiş pas olmuş her yanı havada duruyor. Saksı geliyor aklıma hiçbir yerde göremiyorum. Kulaklarım ağrıyor. Elimle açmaya çalışıyorum duyuyor muyum diye deniyorum, konuşuyorum, hayır; bağırıyorum kendi sesimi çok az duyuyorum. Ama sustuğumda duyduğum bir ses var. Sanki şu ürkek ses ama bu sefer ağlıyor ya da çıldırmış gibi. Bir tane rüzgar gülü gördüm yavaş yavaş dönüyor yaprakları. Kabloyla bir buzdolabına bağlanmış, oraya doğru gidiyorum  –nasıl büyük bir boşluk burası iki üç dakikamı alıyor gitmek; dümdüz bir yer, şöyle her yere baktığımda dünyanın yuvarlak olduğunu anlayabiliyorum, uçsuz bucaksız- yine de korkmuyorum.
Buzdolabına geldim, kapısını açıyorum. Gördüğüm şey dehşet verici! Hemen kapatıyorum. Sonra sesler başlıyor, vızıldama sesleri. Hayır! İşte şimdi korkmaya başladım. Geri geri adımlar atıyorum hızlı bir şekilde, sesler çoğalıyor, hızlanıyorum arkama bakmıyorum, koştukça kulağım açılıyor vızıldamalar ve şu ağlama yankılanıyor, kulağımın ırzına geçiyorlar. Deli gibi koşuyorum şu direğe, arkama bir an bakıyorum ve o iğrenç el büyüklüğünde sinekler buzdolabının kapağını kırıp serbest kalıveriyorlar. Keşke açmasaydım diyorum o kapağı, onları canlandırdım!
Direğe az kaldı artık ama o pis hayvanların kanat çırpışlarının sesi kulağıma geldikçe midem bulanıyor, öğürüyorum ama dayanabileceğimi hissediyorum, inanmaya çalışıyorum. Artık belki yirmi metre kaldı ama arkamdalar saçlarımın dibindeler kanatlarının rüzgarını hissediyorum midem dayanamıyor artık dayanamayacağım! Düşüyorum kusmaya başlıyorum o kıllı bacaklarıyla üstüme konuyorlar. Bunu bana nasıl yaparlar! İğrenç hayvanlar! Artık iğrenmekten sinirleniyorum yumruklar atıyorum aptal şeylere tekme atıyorum, her tarafımdalar, kafama konuyorlar, omzumdalar, kıyafetimi kaldırıyorlar vücuduma dokunuyorlar, kıstırıp havasız bırakıp öldürüyorum, iğrenç kanları vücuduma geliyor, asit gibi eritiyor, çirkinleştiriyor derimi, yakıyor, bakmak istemiyorum, bakamıyorum, sürekli öğürüyorum, kusuyorum. Ellerim sinek kanatları, kılları, o iğrenç bacakları ince ince bir sürü tüylü, artık yeter!
Bıraktım, ben zaten bir ölüyüm..
Leş gibi bir nefes çekiyorum.. bir saniye duruyorum bütün vızıltılar, iğrenç dokunuşlar, o salak ürkek ses, ağzım burnum kusmuk, sinek kanı, yavaş yavaş şu baltaya gidiyorum. Yolda ürperiyorum boynum kaskatı, kütürdetiyorum, sağır bir manyaklığa doğru, düşüncesiz. Bütün vücudum karıncalanıyor, tüylerim diken diken, sineklerin yağlı dokunuşları, kafamda, saçlarımda, büyük büyük tüy ürpertilişlere yol açıyor. Annemin saçımı okşayışı gibi, babamın bakışları gibi.. Kendimden geçiyorum, kardeşimi ilk gördüğüm hastanedeki o beşik gibi.. Ah olduğum yerdeyim işte sonunda.. Aaah siz bunu bilemezsiniz! Hiç yalan yok burada dostum, çünkü burada hiçbir şey yok. Hiçbir şeyin olmadığı o hiçbir şey, yer o olmayan yerdeyiz işte! Biz bütün olduklarımız ve bu son olduğumuz!
Direğe geldik işte. Güzel balta.. iki kafa boyutunda iki metre boyunda sapıyla.. Ucu bembeyaz keskin sapına doğru yavaş yavaş kararan güzel balta.. Islak odundan sapına dokunduğum an mıknatıs gibi yapışıyor ellerime, öyle bir his yok sevgili kardeşim. Gözlerimi kapatıyorum, hiçbir şey duymuyorum.. Sakin sakin birkaç nefes alıp veriyorum. O güzel baltayı bir uzvummuş gibi iki elimle güzel güzel bedenime katıyorum.. Sonra bütün olanları düşünüyorum bu hayatta olmuş bütün şeyleri, savaşları aşkları, lafları, istekleri, umutları, kırgınlıkları.. ve diyorum ki “HİÇ GEREK YOKTU!”
Bütün o sesleri bastıracak kadar bağırıyorum, güzel baltamı yerinden çıkarıp gözlerimi açıyorum. O dandik sinekleri görüyorum, büyümüşler ve bana gülüyorlar akıllı mahluklar. Direğe tekrar bakıyorum istemsiz. Bir ayna var ben de bir aynayım, beni gösteren ayna sonsuza kadar görüntü yumurtluyor hiçe doğru.. Muazzam..
Birden aynada kendimi görüyorum. Ben kendimi en çok kustuktan sonra beğenirim. Gözlerim kanlı saçlarım ıslak, geriye yatırmışım, ağzım hüzünlü..
Son bir gülüyorum kendime bütün o tanrılığımla.. Kendimi hala beğeniyorum..
Sonra ne var ne yoksa girişiyorum bu dingil sineklere baltamla. Benim boyutumdalar, bu hoşuma gidiyor, benim kadarlar işte; bir haksızlık, adaletsizlik yok. Belki on bin taneler. Bana hiçbir şey yapamazlar çünkü onlar sadece sinek. Her öldürdüğüm sinekte bir öncesine göre daha büyük bir zevk duyuyorum. Kollarım güçleniyor, beynim çalışmaya başlıyor, reflekslerim hızlanıyor. O kadar ki hiç biri bana dokunacak zamanı bulamıyor bile. Bir hareketimle on beş yirmi tanesini alıyorum aşağı. Bazen sadece bağırarak öldürüyorum otuz tanesini. Öyle büyük bir zevk ki bu, öyle doğru bir zevk! Onların bitmemesini istiyorum sonsuz güçte olmak istiyorum. Günlerce aylarca öldürüyorum onları. Bitmiyorlar sağ olsunlar. Ben on metre oluyorum, o kadar güçlüyüm, o kadar güçlüyüm işte bildiğim bir şeyin on milyonlarca katı kadar güçlü olmayı çoktan aştım.
Ve bitti güzel düşmanlarım. Her yer onların bacakları, kanatları, boktan kanlarıyla dolu. Baltamın ucu birazcık bile eskimemiş. Onu ağzıma getirip bir güzel yalıyorum. Bu aptal hayvanların tatsız tatlarını mideye indiriyorum. Bundan sadistçe bir zevk alıyorum çünkü biliyorum ki tanrı benim. Tek sorun gerçi artık sorunum yok benim. Ben istersem bir şey sorun olabilir artık. Ama evet istediğim bir sorun var.
Şu paslı yat! O aptal paslı yat sanki bir sikime yarıyormuş duran, beni son çalıştığı işinde buraya getiren şu koca aptal yat! Yaşlı saygıdeğer bir dede gibi duruyor orda. Ama bilmiyor mu ki benim bir dedem olmadı çünkü benim bir dedem olamazdı, benim bir babam bile olamazdı! Aptal icat!
Baltamı elimde hoplata hoplata ona gidiyorum, şu ürkek ses yükseliyor. Ondan geliyormuş demek ki diyorum. Gülüyorum boynumu kıtlatıyorum. Nasıl gülüyorum! Bu kadar güzel güldüğümü bilmiyordum! Ne kadar güzel tertemiz gülüyorum! Ne kadar düşünmeden gülüyorum! Ne kadar sonsuz gülüyorum! Bütün dünya yankılanıyor gülüşümle!
Kapısının düğmesine basıyorum, bozuk. Bu bir engel değil. Kırıyorum kapısını canlanıyor! Bu ne cüret! Benim karşımda nasıl korkmadan canlanabilir bir şey! Elimi atıyorum sıkıyorum duvarlarını. Öyle güçlü sıkıyorum ki patlatıyorum. Ve ne? Kan geliyor! Böyle bir zevk! İşte bu delirtir beni! Isırıyorum, köpek gibi ısırıyorum! En arkadaki dişlerimle. Ağzımın içine kanların patlamaları, boğazıma serin çarpmaları, mideme akmaları, yediğim en güzel yemekle aynı düzlemde düşünülemeyecek kadar tatlı. O yatı bütün kanlarını yemiş olana kadar ağzımda geveliyorum. Yıllarca onu sindiriyorum, tadı biten bir sakız gibi atıyorum artık, baltamla dokunduğumda plastik bir yuvarlanma sesinden başka bir şey olmayana kadar.
Şu matta sıra. O kadar yoğun. Baltamla onu yüzyıllarca kesiyorum her bir parçası toz olana kadar. Bu bana mükemmellik hissi veriyor. Görünmez kılıyorum eski dostumu. Yüzyıllarca buna uğraşıyorum. Ona vurdukça kol kaslarımın geliştiğini, damarlarımın çıktığını, koca koca nehirler olduklarını görüyorum. Vücudumu her sıktığımda bacaklarımın o kasılış haline bitiyorum. Olabilecek en güzel görüntü bu! Ve ama artık mat, şah mat oldu!
Artık oturabilirim en büyük en güçlü şey olarak, bir sigara içebilirim. Sanırım bunun için iki, üç tütün tarlası gerekecektir, neyse ki hepsi elimin kolayında.
Sırtımda güzel bir boşluk var bir serinlik, siz bu havada donarsınız. Sonra birden!
Şu havaalanının binasından üç tane insan geliyor, ikisi ufacık.
Bağırıyorlar. “Sercan” diyor bir tanesi, diğerleri “baba” diyor! Ne.. no.. nas..
Böyle bir sürpriz olmadı benim hayatımda ki “benim hayatım”
Koşuyorlar ya! Bana doğru, bana yani belli! Ah yapmayın.. Ah siz ne güzelsiniz.. Ah o kadar hızlı koşmayın, düşeceksiniz.. Ah şunların tatlılığına bak! Ah siz manyak mısınız!
Bir küçük güzel kız, bir küçük güzel oğlan! Ah siz şaka mısınız, ay durun.. Arkalarından anneleri.. Ah kadın! Sen ne kadar mutfaktasın! Bunları ne zaman yaptın! Durun koşmayın!
Attım sigaramı, bıraktım baltamı utandım, hemen yıkandım, giyindim. Bakıyorum hala koşuyorlar hergeleler. Böyle şeker bir şey var mı?
Ben duruyorum, kucaklayacağım mecburen ama bu bir mecburiyet değil, istiyorum yani, istiyorum derken deli gibi tatlılar ölünecek kadar tatlılar ama yanlarında ölümden bahsedemem.
Kız olanın nasıl güzel bir elbisesi var sarı, montunu giydirmiş ama annesi aferim ona, ay ne tatlı saçları var onun gözleri nasıl bakıyor. Oğlansa manyak gibi zehir gibi, güzel mavi beyaz oduncu gömleği var, lacivert kotu, montunu giymemiş o belli, deli biraz kime çektiyse..
Bana geliyorlar, tanrım(ki ben oluyorum) öleceğim heyecandan, o kadın ne ya öyle? Her gece yatakta uzun uzun konuşacaksın sanki uzun uzun, güleceksin, çözeceksin. Ah o da başka bir sarılış, artık dayanamıyorum gelsinler.
Çok hızlandılar ya! Baskıcı olmak istemiyorum ama çok hızlılar! Fazla hızlılar! Yapmayın!
Kıza, kızıma bakıyorum önce onu alacağım kucağıma. . Çok büyük ses geldi ya! Yer sallandı ya! O ne! Hassiktir ya! Benim yılan oğlumun önüne çıkmış, dur oğlum bu hızda çarpma ona, salak çocuk dur!
İnanamıyorum! Gitti çocuk! Kan var her yerde! Parçalandı, kemiğini görüyorum. Diğerleri hala devam ediyor hızla! Yapmayın derken ağlamaya başlıyorum, biliyorum, biliyorum.
Ben böyle ağlamamıştım! Böyle de ağlamıyordum normalde. Gözlerim yerinden çıktı artık, bir şey de gördüğüm yok! Baltam! Bir sigara!
Sol elimde sigaram, sağda balta.. bir nefes çekiyorum, gözümü sola kaçırıyorum artık bakamıyorum kan ve kemiklere, bakıyorum da beni yok ediyor.
Mecburm artık yok olacağım. Sigaramı bitirdim, yanaklarımdaki yarı yaşta söndürdüm. Çenemden açtım derimi.
Baltamı aldım.. direğe vuruyorum yavaşça.. Çok güçlü. Hiçbir iz bırakamam onda. Bırakmak da umurumda değil artık. Her yerde benim yılanlar girip çıkıyorlar koca havaalanında. Ben ağlayarak vuruyorum direğe. Baltamın sapı yumuşadı, koptu elimden. Her yerdeki yılanlara çarparak hızlanıyor manyak gibi. Ben dizlerimin üstünde ağlıyorum. Yerden alıyor beni yılanlar, yükseltiyorlar. Ben ağlayarak ayağa kalkıyorum. Yılanlardan bir vadinin en ortasındayım. Bir şarkı başlıyor. Elimi kalbime oradan ağzıma götürüyorum. Küçük bir yılan kusuyorum. Öldürmek istiyorum ama hayır yapamıyorum artık. Diğerlerinin yanına atıyorum, ses kesiliyor. Balta önce sol kulağımı kesiyor, sonra sağ gözüme saplanıyor.
Yere yığılıyorum, yüzüm direğe dönük sırtüstü yatıyorum. Sıcak.. direk düz değil, yanmış bir fotoğraf gibi, kırık. Bir tarafı aşağıdan çıkıyor, bir tarafı yukarıya eriyor ama arada bir bağlantı yok. Ellerim kırık, ciğerim patlak, bacaklarım yok, midem dışarıda. Sıcak bir siyahlık gözlerimi kapatıyor.